.
İÇERİK  
  Ana Sayfa
  İletişim
  KAYNAK KULLANIMI HAKKINDA...
  EPHRAIM KISHON- Yazar
  HALE KUNTAY - Çevirmen
  KISHON USULU ROMEO JULIET
  ROMEO ve JULİET -III.PERDE V. SAHNE
  ŞARKI SÖZLERİ
  KISA KISA
  MERAKLISINA SEÇME ROMEO JULIET'LER
  "TARLA KUŞUYDU JULIET" OYUNU ÜZERİNE
  TARLA KUŞU VE BÜLBÜL
  LUCRETIA
  RAPE OF LUCRECE
  MEKANLAR
  ELIZABETH DÖNEMİ LİRİK ŞİİRLERİ
  TÜM ZAMANLARIN YAZARI
  SHAKESPEARE'S STRATFORD
  PORTRAITS OF SHAKESPEARE
  KATOLİK İNANCINDA EVLİLİK
  AŞKIN HALLERİ
  AŞK VE EVLİLİK: ÇOĞALMANIN DÜŞÜNYAPISI
  YAHUDİLİKTE EVLİLİK VE BOŞANMA
  EVLİLİK VE AİLE
  SEKS VE İLİŞKİ
  İTALYAN MUTFAĞI VE MAKARNA
  YEMEKLERİN TOPLUMSAL İŞLEVLERİ
  YEME VE CİNSELLİĞİ DÜZENLEYEN LİMBİK SİSTEM
  FREUD'TAN..
  KUTSAL EVLİLİĞİN KAYNAKLARI
  AŞK UZERİNE MARAZÎ BİR DENEME DAHA
  PSİKİYATRİK AÇIDAN EVLİLİK VE CİNSELLİK
  SHAKESPEARE' DE EROTİK ÖGELER
  SHAKESPEAR'İN OYUNLARINDA SİYASET
  YEME EYLEMİ VE CİNSEL UYARICILAR İLİŞKİSİ
  SHAKESPEARE' İN HAYATTAYKEN YAPILAN TEK PORTRESİ
  OYUN HAKKINDA GÖRÜŞLER



																							
KUTSAL EVLİLİĞİN KAYNAKLARI

Kutsal Evliliğin Kaynakları

 

Safa KAÇMAZ

KAYNAK: http://toplumvetarih.blogcu.com/kutsal-evliligin-kaynaklari_554796.html 

 

İlahiler yoluyla ulaştığımız dönem bakımından, “Sümer-Akad” toplum birimleri arasında var olan eski toplu evlilik akrabalığı sistemi, tanrı ile tanrıça veya kıral ile başrahibe arasında gerçekleşen bir ‘evlilik töreni’, kutsal bir ayin haline çoktan gerilemiş durumdaydı. Bu uygulama veya evlilik ayinleri, daha o zamandan, ‘bolluk, bereket, üreme’ kültü haliyle algılanıyordu. (1)

 

Kutsal evlilik töreni eski toplumda, gerçek, toplu, karşılıklı bir evlilik düzeninin anlatımıdır. Bir toplum birimin aidi olan erkek ve kadının, karşı yandaki toplum birimin aidi olan erkek ve kadın ile karşılıklı evliliği; sadece damat ile kayın’ın değil, gelin ile damadın da birbiriyle kardeş’leşmesiyle sonuçlanır. Bu dönemdeki tanrıçaların, tanrı kocalarının ‘kız kardeş’i olmalarının; İnanna’nın, aşığı ve kocası olan Dummuzi’ye ‘benim erkek kardeşim’ diye hitap etmesinin nedeni budur.

 

Eski Ahit’te Abraham, kendi karısı için ,‘Sara benim gerçekten kız kardeşimdir’ derken; Abraham’ın oğlu İsak  da, kendi karısı için "Rebekka benim kız kardeşimdir" derken, biyolojik (‘kandaş’) ‘kız kardeş’i ile evliliklerini anlatmış olmazlar; sadece “kardeşleşmiş iki toplum birimi” arasındaki evlilik akrabalığının gerektirdiği kavramlarla konuşmuş olurlar. (2)

 

Modern aile’nin karı ve koca’sını tanımlamak için kullanılan akrabalık kavramları da, eski toplumda, kardeş-karı kocalık akrabalık kavramlarının kullanılmış olduğuna işaret ediyor. Kayınbaba ve kaynana’sına ‘anne’ ve ’baba’ diyen damat ile gelin; gelin ve damad’ına ‘oğlum’ ve ‘kızım’ diyen kayınbaba ile kaynana’nın kullandığı bu akrabalık kavramları, evliliğin kardeşleşmeyle sağlandığı dönemin akrabalık ilişkilerini yansıtırlar.

 

Kayınbaba veya kaynana’nın ‘oğlu’ ve ‘kızı’ da olan damat ve gelin, sadece bu kavramlar kullanılıyor diye, birbirinin  ‘biyolojik kardeşi’ değildir. Bu karı ve koca’nın, birbirleriyle ‘kardeş’ olduğu sonucuna yol açan akrabalık terimleriyle de tanımlanabiliyor olması, onları birbiriyle kardeşleştirerek evlendiren akrabalık sisteminin modern toplumdaki kalıntısıdır. Bay  Ekrem Akurgal, ‘kardeş karı-kocalık akrabalık sistemi’nin Hitit yönetim düzenine birçok yönden yansıyan anlamını tespit edemediği için, “kardeş karı-koca” anlamına ulaşılabilecek kavramlarla nitelenen Hitit kıral ile kıraliçesi karşısında, ‘onlar olsa olsa  üvey kardeş olabilirler’ biçiminde özetlenen yaygın ve hatalı bir arayışa kapılmıştı.

  

İki toplum birim arasında, erken “Sümer-Akkad” döneminde, başlangıçta kurulmuş olan bu karşılıklı kardeşlik akrabasal ittifakı, gelişmesi içinde yaşlanarak çürümeye başlar. Toplu karşılıklı evlilik ilişkisi içinden doğacak olan bireysel evlilik sisteminin ön biçimleri, eski akrabalık düzeninin içinde yavaş yavaş şekillenmektedir: Bireylerin birbirlerine karşı hak ve yükümlülük tanımı olan ‘baba’, ‘ana’, ‘oğul’, ‘kız’, ‘yeğen’, ‘koca’, ‘karı’,  ‘kardeş’ gibi akrabalık kavramları, başlangıçtaki genel, sınıflayıcı özelliklerini bu süreç içinde daraltmaya başlamışlardır bile; sadece ‘en yakın’ çevresinin, bireyle olan ilişkilerinin tanımları olarak anlaşılacakları şimdiki topluma doğru uzun yolculuklarına devam etmektedirler.

 

Koca’nın, kendi karısının doğurduğu erkek ve kız çocuğunu kendisinin toplum birim aidi haline getirmeye çalışma çabası, onlara ‘oğlum’ ve ‘kızım’ dediği zaman, bu akrabalık kavramlarıyla sadece ve özel olarak bu evlatların anlaşılmasının sağlanabileceği noktaya ulaşmak hem bir anda gerçekleşmez ve hem de bir toplum birimin bütün erkeklerinin karşı yandaki toplum birimin bütün kadınlarıyla (en azından denk kuşaklarıyla) karşılıklı toplu evlilik sistemi devam ettiği sürece sağlanamazdı.

 

Sınıflayıcı akrabalık dizgesi ile konuşmaya alışkın Türklerin, sokakta gördüğü herhangi bir kadından ‘ana’, yaşlı bir erkekten ‘baba, dayı, emmi, dede’ ;  gençlerden ise ‘kızım, oğlum’  akrabalığı yaratmayı sürdüren tutumları, bir Avrupalı uzmanda şaşkınlık ve ‘yalancıktan, kurgusal akrabalık’ konusu olarak ele alma isteği doğuracak olsa da, bu tür “sınıflayıcı akrabalık” kavramlarıyla kendini düzenlemiş eski toplumun akrabalık ilişkileri ne ‘şakacıktan’, ne ‘kurgusal’ ve ne de ‘yalancıktan’dı. O bireyin, ‘ana’ demesinin gerekli olduğu bütün kadınlara karşı duyacağı “oğul sorumluluğu” ve onlardan, onların ‘oğlu’ olarak beklentileri, en az günümüz modern toplumundaki “ana-oğul” karşılıklı yükümlülüğü kadar gerçekti.

  

Aynı akrabalık kavramları kullanılmaya devam ediliyor olmakla birlikte, bu sözcüklerin tanımladığı bireyler artık yer değiştirmeye başlamışlardır.

 

Dayı’nın, ‘biyolojik’, ‘kandaş’ kız kardeşinin erkek çocuğuna değil, karşı toplum birimden gelin getirdiği ‘yabancı’ karısının doğurduğu erkek çocuğa ‘oğul’ diyebilecek olan bir baba haline geçişi, ancak, farklı yeni tür bir evlilik sistemi içinde olanaklıydı. Eski toplum, kadının doğurduğu oğul’un, dayı’sını “baba” kabul etmekten vazgeçerek, kendini doğuran kadının kocasına ‘baba’ demek zorunda kalacağı bir değişimi yaşıyordu. Eski yazılı yasalar, böyle bir dönemde, ‘sen benim babam değilsin’, ‘sen benim anam değilsin’ diyen gelenekçi oğulları cezalandırmak için özel hükümler geliştirmek zorunda kalmıştı. Bu yasaların yapıcıları, o dönemde, yeni akrabasal düzenlenişe göre,  ‘babanın oğlu ile oğlun baba ile birliğini’ sağlamış olduklarını vurgulamayı pek önemsiyorlardı.

 

Öte yandan, bir “adaş dede-torun” toplum biriminde iç güvey olan damad’ımız, hem kayınbabası ve hem de karısının doğurduğu erkek çocuğu tarafından ‘oğul’ diye nitelenmekten çıkabilmek istiyor; damadımızın  ‘baba’ dediği bu erkek çocuğun  şimdiki anlamda ‘baba’sı haline gelebileceği zamanı asırlara bağlayarak çekiyordu. Bu ise, içgüvey damadımızın, sonradan ona ‘oğul’ diyebileceği erkek çocuğun beşiğinin başında, ‘ben babamın beşiğini sallarken’ diye ezikçe ninni mırıldanacağı binlerce yıllık bir tarih patikasından düşe-kalka geçmesini gerektirir. 4000 yıl kadar önce, “Sümer-Akkad” toplumunda, ‘iç güvey’lik ile ‘gelin gitmek’ sistemi, eski yazılı yasalarda, hala nerede ise, eşite yakın bir ağırlık taşımaktaydı.

 

Bu farklı iki evlilik sistemi, doğal olarak farklı akrabalık ilişki ve kavramlarını ortaya çıkarır. Akrabalık terimlerinin, anlatım özelliklerinin yeniden düzenlenişi, birbirleriyle yoğun bir karışma dönemi geçirdikten sonra, günümüzdeki içerikleriyle oğul’un yeğen’e, ananın kocası’nın baba’ya, doğurmayan ana’nın hala’ya ve hala’nın ana’ya, ana’nın ‘kandaş’ erkek kardeşinin ise baba’dan dayı’ya... dönüşümleri giderek gerçekleşir.

 

Eski toplum, başlangıçtaki toplu evlilik türünün ortaya çıkardığı akrabalık ve dolayısıyla evlilik ilişkilerini, bir yandan kutsal fahişelik kurumu oluşturarak, öte yandan kıral ile rahibe, kıral ile kıraliçe, tanrı ile tanrıça arası bir evlenme ayini yaratarak, eski evlilik ilişkilerini çoktan tapınağın iç duvarları arasında sınırlamaya çalışmış, onu sembolik kılmıştı bile. Böylece, eski evlilik türüne bağlı ilişkiler toplum bireylerinin gerçek yaşam ilişkileri olmaktan adım adım çıkarılır. Eski dönemin genel bir yaşam biçimi olan evlilik sistemi, haftanın, ayın veya yılın belirli günlerinin “özel hakkı”na dönüşür. İnsan toplumu, değiştirmek istediği kurumları etkisizleştirme ve toplum yaşamı dışına atabilmenin en etkili yollarından birisinin, onu sembolik kılma olduğunu çok eskiden keşfetmişti. Bütün kutsal bayramlar, eskiden var olan gerçek ilişkilerin toplumsal yaşam dışına itilmesini anlatan sembolizmi, ya çeşitli noktalarıyla veya bütün önemli ayrıntılarıyla yansıtırlar. Artık var olmayan türdeki ilişkilerin özel, kutsal günlerde yinelenme çabasının özrünü, ‘bu gün bayram!’ ayrıcalığı ile açıklayan tutumda bunu görürüz. Bayramların gerisinde, eski toplumun, sayısız sembolizmle örtülmeye çalışılmış çıplak ilişkileri bulunur. (3)

 

Eski toplum, karşılıklı toplu evlilikten, bireysel evliliğe doğru geçişini, kuşkusuz, sadece, sembolik bir kutsal evlilik töreni oluşturmakla veya bu günü ‘bayram’, ‘kutsal gün’ ilan etmiş olmakla sağlayamazdı. Karşı yandaki erkeğin, bu yandaki kadın ile cinsel ilişki kurabilmesinin aracı ve bu yabancı erkeğin can güvenliğini garanti eden “aşk evi”, bu nedenle bir tapınak halinde gelişirken, kadının karşı toplum birimdeki erkekle evlenme yani cinsel ilişki yükümlülüğü, büyük ölçüde, adanmış kutsal kadın fahişe üzerine aktarılır. Vakfedilmiş kutsal fahişe, öteki kadınlar namına toplumsal bir görev üstlenmiş olmasının karşılığını, yüceltilerek, kutsanarak ve baba-koca  toplum birim aidi kılınarak alır. Öteki kadının yabancı erkeğe karşı cinsel ilişki eski genel yükümlülüğü ise ‘yılda bir kez’ veya giderek ‘yaşamı boyunca bir kez’ kutsal fahişelik ödevinin yerine getirilmesi biçiminde, sembolik, kutsal bir edime dönüşür. (4)

 

Kadının kendini “yabancı bir erkeğe” vermesinin sağlanması ile onun eski genel evlilik sorumluluğundan arta kalan bir ödevin daha böylece yerine getirilmiş olması, bu kadının, tek bir erkekle evlenebilmesinin yolunu açmaya çalışan bir uygulamaydı, ya da en azından, bu sonucu doğuracak bir uygulamaydı.

 

Evlenmeden önce, alabildiğine çok sayıda “yabancı erkekle” yatan bir genç kızın, daha sonra, bir tek erkekle evlenince, kocasına kesin bir cinsel bağlılık göstermesinin beklenmesi, eski toplumun garip ve cahil beyninden fışkıran bir saçmalık damlası değildir. Lidya’lılar arasında, bir genç kızın yaygın ve yoğun kutsal fahişeliğinin, kocasına kesin bir şekilde bağlanabilmesi için bir ön gereklilik gibi algılandığını pek farkında olmadan aktaran Heredot, üstün tutulan kadının, o dönemde, koca evine ‘bol çeyizle gelin giden’ kadın olmasının tarihteki anlamını da pek biliyor görünmez. Lidya’da, kutsal fahişelik yaparak ‘çeyiz biriktiren’ bu genç kız, ne kadar fazla ‘hediye’, ‘para’ toplamış ise, o kadar çok yabancı erkek ile yatmış ve genel olarak yabancı erkeklere karşı cinsel ilişki yükümlülüğünden o denli çok arınmış sayılıyor olmalıydı.

 

Lidya’lı kadının kocası, ‘çok çeyiz getiren’ bu karısının üzerine titrerken, büyük olasılıkla, ‘çeyiz’in maddi değerinin önünde eğiliyor değildi. Bu kadını, kocasının gözünde yücelten değer, kocasıyla evlenmeden önce ve kocasıyla evlenebilmek için, eski cinsel yükümlülüğüne ilişkin ‘borç’unu kutsal fahişelik yaparak ödemiş olması, ‘arınması’ gibi görünmektedir. Bu kadın, artık Babil’de olduğu gibi ‘yılda bir’ kezlik “kutsal ödev”e tabi olmadan, sadece kocasının karısı olarak kalabilecek özelliğe kavuşmuş oluyordu. Az çeyizli gelini değil, çok çeyizli gelini makbul sayan bu tür topluluklar, fahişelik yoluyla, elde edilmiş ‘çeyiz’in büyüklüğünde ‘maddi değer’ aramazlar, bu, çok sonranın bozulmuş yaklaşımı olmalıydı. ‘Maddi değer’ ölçü birimine alışacak olan sonraki toplumlar bu ‘çeyiz miktarı’nda “fakirlik ile zenginlik” tartmaya başlayacaklarsa da, daha eski toplum, fahişelik yoluyla biriktirilen ‘çeyizin miktarında’, bu genç kızın yabancı erkeklerle yeterince yatarak “arınmış” olup olmadığının ölçüsünü görür. (5)

 

Toplu evlilik ilişkisinin eski toplumdan gelen geçmişteki bu gücünü, ‘ilk gece’de zifaf odasının kapısının önüne ve hatta ‘zifaf odası’na kadar izleriz.(6)

 

Karısına ulaşma heyecanı içinde, zifaf odasının kapısı önünde bacakları titreyen modern damada, kendi kuşağındaki erkek arkadaşının son hediyesi sırtına indirdiği okkalı bir yumruktur.

 

safakacmaz@yahoo.com

 

(1) ‘Kutsal evlilik törenleri’nin modern uzantılarını, bahar ve güz ayları karnavallarında izliyor gibiyiz. Eski toplumda, bu törenlerin bir yanında, çoban toplum birim bulunuyorsa, öteki yanında çiftçi toplum birim yer alıyordu. Âdem ve Havva’nın “ilk oğulları” da Çoban ve Ciftçi’dir. Sümer tabletlerinde Balıkçı Dumuzi ile Avcı Dumuzi varsa da, o dönemin toplum birimleri, genellikle, çiftçilik ile çoban’lık biçiminde şekillendiğinden, bize ulaşan ilahiler, daha çok Çoban Dumuzi ile Çiftçi Dumuzi anlatımlarına dayanmaktadır. Anlatıcı toplum birimimiz bakımından İlahi’deki Dumuzi çoban ise, karşısındaki ikiz’i Çiftçi idi; İlahi’deki Dumuzi çiftçi hüviyeti taşıyorsa, karşısındaki ikiz’i Çoban özelliğindeydi.

 

“Sümer-Akkad” tarihinde bir tek Dumuzi olduğunu varsayan, içerikten çok ‘isim’ takip eğilimi gösteren uzmanlarımız, doğal olarak, tabletlerde Dummuzi’nin çiftçi, avcı, çoban, balıkçı olarak ortaya çıkmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünme yükümlülüğünden kendilerini bağışık sayma sonucuna ulaşırlar. Bu nedenle de, İnanna ile ilgili olan kutsal evlilik ilahilerinde, Dummuzi’nin neden bazen çoban ve fakat daha çok da çiftçi olarak farklı bir ‘meslek’te yer alıyor olduğu olgusu üzerine özel olarak duran bir uzmanımızın varlığını ben bilmiyorum. “Büyükler”in henüz tam çözümleyemediği bu çok önemli tarih ve toplum konularını, kurgu ve çocuk masalı haline dönüştürme eğiliminde olmasından büyük bir üzüntü duyduğum sayın M.İlmiye Çığ’ın, bilgilerini, konuların açıklığa kavuşturulması için kullanmasını dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

 

Eski toplumların günümüzdeki uzantıları dikkatlice incelenirse, Mart-Nisan ayı kutlamalarına ağırlıkla bağlı olan toplulukların geçmişinin çoban’a, son yaz törenlerine ağırlık verenlerin ise çiftçi’ye dayanıyor olmuş olması sonucuna varılacaktır. Bu toplulukların yaşamına sonradan kaynaşma yoluyla, çiftçi ile çoban toplum birimin kendi özel kültür unsurları tasınmış olsa bile, bu böyledir. Buraya, topluca din değiştirme gibi durumlarda, bir topluluğun tarihte kendisine doğrudan ait olmayan kutsiyetleri sahiplenebiliyor olduğunu yine de ekleyelim.

 

(2) ‘Kandaş’lık kavramı çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Zaman zaman ‘kandaş’lık ile biyolojik kardeşliği de anlatmaya çalışıyorsam da, bu yine de tam doğru bir ilişki anlatımı vermez. Kandaş’lık yerine, ayni ana babadan veya ayni anadan olma anlamındaki biyolojik kardeşlik terimi istenileni, belki, daha rahat anlatmayı sağlayabilir.

 

Eski toplum, birbirleriyle ‘kandaş’ olmadıkları halde, ‘kandaş kardeşlik’ ilişkisi sağlayan kurum ve uygulamalar da yaratmış görünüyor. Kan içicilikle bağıntılı olduğu anlaşılan, Türklerin ‘ant içme’ sözcüğü, karşılıklı ittifakın, kandaş kardeşliğin kan içerek sağlandığı bir uygulamayı anlatıyor gibidir.

 

Öte yandan,’kandaşlık’,eski toplumda, bir toplum birim aidi olanlar arasındaki ilişkiler bütününü, karşılıklı yükümlülük ve karşılıklı hakların anlatım tarzıdır. Eski toplumda, akrabalık ilişkisinin bir aşamasında, anasının doğurduğu erkek çocuk, mutlaka, anası ile ‘kandaş’ olmak zorunda değildi. Kendini doğuran kadın, bu erkek çocuk için, sadece, karşı toplum birim aidi bir kadın olarak değerlendirilebilir. Bu ilişkide kadın, kendi doğurduğu bu erkek çocuğun potansiyel karısı idi. Doğumuyla baba toplum birim aidiyetine gecen oğul’un ‘süt’ ve ‘ad’ kavramını geçmişte bu denli önemsemiş olmasının nedeni budur. Anası ile evlenmeyi doğal hak kabul eden bu erkek, buna karşılık süt kardeşi ile evlenmeyi en büyük suçlardan birisi olarak görebilmiş ise,  ki öyledir, süt’ün de ‘kandaşlık’ sağlayan, yani sadece kandaş olanlar arasında var olduğu sanılan evlilik yasakları doğuran bir özellik olarak kullanılmış olduğunu anlıyoruz. Turuva’da Hektor’un emzikteki oğlunu; karısı değil de bir dadı emziriyordu. Hıristiyanlıkta da yeri olmuş olması gereken ‘süt’ kurumu, daha çok Babil veya İslam kanadında yasaklar doğuran önemli bir gelenek olarak kaldığı için olsa gerek, Avrupalı uzmanlarımızın, üzerinde hemen hiçbir şey söylemedikleri, dolayısıyla anlamı üzerinde, demek ki, düşünmemiş oldukları konulardan bir ötekisidir.

 

Kullanmaktan kaçınmaya çalışmama karşın, zaman zaman yazılarımda yer alan kandaş’lık kavramını, daha çok, geniş anlamıyla, aralarında evlilik yasağı bulunan toplum birim ilişkilerini anlatmak söz konusu olduğunda kullanmaya çalışıyorum.

 

(3) Eski toplumda,  Bayram süresinde, sadece 7 gün boyunca, o anda artık yürürlükte olan kölelik ilişkilerine ilişkin birçok kuralın uygulanmadığını, pek uzaklaşmamış eski ilişkilere bayram sırasında geri dönülebildiğini görüyoruz:

"Kıral tapınağa girince

7 gün boyunca

Hizmetçi sahibesiyle eşitti,

Köle, kendi sahibiyle yürüyordu yan yana,

Şehirde kötülük olmazdı

Kötü konuşma olmazdı aralarında ”

 

İlahide sözü edilen 'kötülük' sözcüğü; bayram sırasında, kavga, savaş, öldürme olmadığını ve olmaması gerektiğini anlatmaktadır.

 

Kutsal evlilik törenlerine ilişkin bayram sırasında, artık yürürlüğe girmiş olan kimi yeni cinsel ilişki yasaklarının da, en azından bayram dönemi içinde , yürürlükten kalkabiliyor ve önceki dönemin cinsel ilişki haklarının kullanılabiliyor olması mümkün görünüyor.

 

 

(4) Musa yasalarının satır arası yazımında, kutsal fahişe kadının yabancı erkekten aldığı ‘para’ veya ‘hediyeyi’ tapınağa vakfettiğini de  okuruz.

 

Sayın M.İlmiye Çığ, ‘geçmişe dönük bilim-kurgu’ kitabında,4000 yıl önceki Nippur(Niffer)’da, kutsal olması gereken bir ‘fahişe ile bir erkek’ arasında gerçekleşecek bir cinsel ilişki için yürütülen fiyat pazarlığına, Ludingirra’yı tanık göstermektedir. Modern fahişeliğin pazarlık özelliğini tarihsel Nippur’a taşımak, eski toplumu modern toplum yargılarıyla tanıtma tutumu, ne yazık ki uzmanlarımızda yaygındır.

 

Heredot döneminde bile, Babil’de, değil ‘pazarlık’ etmek, kutsal fahişelik yapmak için tapınağa gelmiş kadının önüne, bir yabancı erkeğin, ‘Tanrıça Milatta adına’ attığı para veya hediyenin, bu kadın tarafından reddedilemesi bile mümkün değildi.

 

Miktarından bağımsız olarak bu paranın kutsal kabul edildiğini söyleyen Heredot’un bu noktada gerçeği daha çok yansıttığı kuşkusuzdur.

 

Modern toplumun “hediye, anı” verme töresi, eski toplumun, üst üste katlanmış ‘belgi’ ve barışçıl mübadele geleneğinin birleşmiş bir kalıntısıdır. Bütün İlyada, karşılıklı ‘anı, hediye’ alış-verişi ile kaplıdır. İlyada da, kahramanlar, öldürdüğü düşmanın ölü bedenini bütünüyle çekip kendi saflarına taşıyamıyorsa, hiç olmazsa mızrak, yay ve tolgasını soyup alıyordu. Bu davranış, öldürenin öldürmüş olduğunu kanıtlama yükümlülüğünü yerine getirmesini sağlıyordu.’Avradı’ namus kabul etmesi anlaşılır olsa da, namus’un içine ‘at ve silah’ını da dâhil eden Türk sözünde de, ölse bile bunların düşmanının eline aktarılmaması gerektiğinin anlatımı bulunur.

 

Kutsal fahişelik, kadından, bir yabancı erkekle yatma yükümlülüğünden daha fazlasını istemiyordu. Bu bakımdan, miktarından bağımsız bir sembol olarak para veya hediye, kendini sadece yabancı bir erkeğe verme kutsal yükümlülüğü altında hisseden bir kadın için, yabancı bir erkekle yatmış olduğunun ispat aracı olmaktan daha fazla bir değer taşımaz.

 

Kutsal fahişelik kurumu, 21.yüzyılın büyük şehirlerindeki fahişe sokağının ilişkileriyle ne anlaşılabilir, ne de açıklanabilir. Eski toplumun kutsal tapınağının kutsal fahişesi, yabancı erkekle sevişmesini sadece kutsal bir edim, kutsal bir görev olarak kavrıyordu. O kadının, yabancı erkeğin potansiyel karısı sayılmasının yükünden kurtulmak için ödemek zorunda olduğu bir diyet’in, özgürlüğünü satın almanın bedeli; bu bakımdan arınmasının, bir aracıydı. Toplumdaki bütün ilişkiler gibi, eğer fahişelik, bozulmuş, özellik değiştirmiş ve sokak kadınlığına dönüşmüş ise, bu, başlangıçtaki kutsal fahişeliğin sonraki sokak kadınlığı ile eşitlenmesini gerektirmez.

 

(5) Kutsal fahişe olan veya karşı toplum birimdeki erkekle evlenme eski genel yükümlülüğünden kurtulmak isteyen kadın, kendi toplum biriminden bir erkekle değil ‘yabancı’ bir erkekle cinsel ilişki kurmak zorunda olduğunu yineleyelim. Babilliler, Heredot’un gezdiği sırada da, ‘yabancı erkek’ kuralını gözetlemeye devam ediyorlardı. Kutsal fahişenin cinsel yükümlülüğünün, başlangıçta, sadece ‘yabancı erkek’e yönelik olarak bulunduğunu, Gılgamış tabletlerinden bu yana biliyoruz.

 

Gılgamış’ın toplum birimi, Enkidu’ya, onu baştan çıkarsın diye, kendi kutsal fahişesini ( ‘Şamhati’ ) göndermişti.

 

"Mısırlılar ile Yunanlıları hariç tutarsak, aşağı yukarı öteki bütün halklar, kutsal yerlerde kadınlarla birleşirler" («Presque tous les autres peuples, si l’on excepte les Égyptiens et les Grecs, ont commerce avec les femmes dans les lieux sacrés.»)

 

diyen Heredot anlatımları, Mısır ve Yunanlıların hiç de hariç olmadığı, eski dönemin toplu evlilik akrabalık döneminden kalan ilişkilerin kalıntılarını vermektedir.

 

‘Kutsal fahişelik’ ile ilgili olarak yazdığı bölümlerin toparlandığı özetleri okuduğum Heredot’ta kadın ile erkeğin bireysel evlilik yolunda karsılaştığı yükümlülüklerinin yerine getirilmesi anlamını taşıyan onlarca farklı tür örnek bulunmaktadır:

 

« Leş Babyloniens ont une loi bien honteuse. Toute femme, née dans le pays, est obligée, une fois dans sa vie, de se rendre au temple de Vénus, pour s’y livrer à un étranger. Plusieurs d’entre elles, dédaignant de se voir confondues avec les autres, à cause de l’orgueil que leur inspirent leurs richesses, se font porter devant le temple dans des chars couverts. Là, elles se tiennent assises, ayant derrière elles un grand nombre de domestiques qui les ont accompagnées ; mais la plupart des autres s’asseyent dans la pièce de terre dépendante du temple de Vénus, avec une couronne de feuilles autour de la tête. Les unes arrivent, les autres se retirent. On voit en tout temps des allées séparées par des cordages tendus. Les étrangers se promènent dans ces allées et choisissent les femmes qui leur plaisent le plus. Quand une femme a pris place en ce lieu, elle ne peut retourner chez elle que quelque étranger ne lui ait jeté de l’argent sur les genoux, et n’ait eu commerce avec elle hors du lieu sacré. Il faut que l’étranger, en lui jetant de l’argent, lui dise ‘J’invoque la déesse Mylitta.’ »

 

(6) Damat ve arkadaşı, bilincinde olmasalar da, bu ‘dostça destek’in eski toplumdaki geçmişinde, erkeklerin evlenilen her kadın üzerinde var olan eski ortak cinsel hakkının ‘dile’ getirilişi bulunur. Zifaf kapısı önünde sırta inen şimdiki ‘dost yumruğu’,eski dönemin etkili bir paylaşım kavgasınının, son ana kadar kendini gizlemeyi başaran bir kalıntısıdır.

 

Bununla birlikte modern damadımız, konuyu bir kaç yumruk darbesiyle kapatmış olduğuna yine de şükretsin. Bireysel evliliğe giden yolda, kutsal fahişelik, kadının evlilik öncesi serbesti dönemi, her yılda veya ömrü boyunca bir kez kendini yabancı bir erkeğe verme gibi diyet ödeme yoluyla, yabancı erkeğe karşı eski genel evlilik yükümlülüğünden uzaklaşmakta olan kadının kocası olacak olan damat, eski toplumda, karısının ilk gece hakkına tek başına sahip olabilmek için, kapı önünde, sırtına bir kaç yumruk yemeye çoktan razı olabilirdi. Eski damat, evlendiği karısıyla, düğünden, ‘30 gün’, ‘40 gün’,’50 gün’... sonra yatabilme olanağına kavuşmuş ise, şanslı görünüyor. Eski toplumda, Abraham’ın deyimiyle ’10, 20, 30, 40, 50, 60 veya 70 iyi adam’,Babil’de ‘40 harami’ ,Türklerde ise  ‘40 ermiş’, Dumuzi veya Gılgamış anlatımlarında ‘50 yoldaş’, Priamos’ta ‘50 oğul’, düğün boyunca her gece, zifaf odasının öncelikli ve zorunlu misafirlerine benzemektedir. Masallarda ve şimdiki bazı ananelerde damadın bir gerekçe ile uzaklaştırıldığı bu düğünlerde, “gelinle yatma hakkı”nı kullananlar bu temsilci erkekler oluyor olmalıydı. Damadın ‘arkadaş’ı olan erkek, bir daha kullanmamak üzere, düğün sırasında gelinle yatarak, gelin üzerinde bulunan eski kocalık hakkını satıyor, devrediyor, tüketiyor olmalıydı.Tabletlerde bu anlamda, ‘50 iyi kişi’, ‘50 ermiş’, ‘50 Dumuzi’,kutsal törende (düğünde) İnanna ile ‘50 kez’ sevişmişti.

 

Kutsal çiftleşmenin gerçekleştiği E-anna tapınağının adı’nın "50’ler Evi" olduğunu anımsayalım. Düğünlerin ‘40 gün, 40 gece" sürüyor olması da, damadın toplum birim erkeğinin gelin üzerinde kocalık hakkını kullanmasına olanak sağlamak için olsa düzenlenmiş olmalı.

 

Görkemli düğün törenini bir “varlık göstergesi” sanan Osmanlı, ‘40 gün 40 gece toy’un gerisinde bu tür motiflerin bulunuyor olduğunu bilse, herhalde ‘40 gün 40 gece yas’ tutmayı yeğlerdi.

 

Hem yas döneminin ve hem de düğün’ün ‘40’la bağlantısı, bu geleneklerin "40’lar"la belirlenen bir toplumsal yapıdan devralınarak sürdürüldüğünü gösteriyor. Evlenir evlenmez karısını alıp ‘gezmeye giden’, Türkçede takvim ayı, Fıransızlarda ise gökyüzündeki gezegen anlamıyla kullanılan, "lune de miel"e, ‘balayı’na çıkaran şimdiki erkek, takipçisi olduğu göreneklerin eski motiflerinin anlamını öğrenmekten memnun kalmayacak olursa, durumun şimdi ‘çok farklı’ olduğunu sanarak yüreğini avutabilir.

 

TARLA KUŞUYDU JULIET  
 


Shakespeare' in yüzyıllardır insanları gözyaşına boğan karakterleri Romeo ve Juliet, Ephraim Kishon' un yeni kurgusunda günlük yaşantı ve çığırından çıkmış bir evlilik içinde ele alınıyor. İntiharın eşiğinden döndükten sonra evlenip bir de çocuk sahibi olan "kıdemli aşıklar" kimsenin öngöremediği bir hayatı sürdürürler. Bu dünyanın yaratıcısı Shakespeare mezarında ters döner ve olaylara müdahale etmek üzere eve gelir.

Engin Alkan'ın rejisiyle Romeo ve Juliet öyküsüne farklı bir yerden baktıran ve çağdaş bir "klasik" olarak İ.B.B. Şehir Tiyatroları repertuarında yerini alan oyunda, öten tarla kuşu muydu bülbül müydü sorusunun cevapsızlığı altına “aşk nasıl bu hale gelir”in cevabı aranıyor.

Pişirilen yemeklerin buharlarının canlı icra edilen notalarla kaynaştığı iki saatlik şölende, tariflere uygun yapılmaya kalkıldığında hep tadı kaçmış, alışveriş listelerinde unutulmuş, akşam yemeği telaşı arasında kaynamış ve sonunda dibi tutmuş “efsane aşk” ın tüm zamanlarda, tüm tanıdıklığıyla “ille de var” lığı hatırlatılıyor.


 
İ.B.B. ŞEHİR TİYATROLARI / EKİM 2009



 
DEFTER  
 
 
GÖSTERİMDEKİLER  
 



ALEMDAR

İSTANBUL EFENDİSİ







 
ARŞİV  
 






 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol